‘Vasatlık edebiyata da bulaştı!’
Ümran Avcı – Bazı hikâyeler kendini yazdırır. Kimi zaman geçmişin unutturamadıklarını yazıya hapsedip sonsuzluğa göndermek, kimi zamansa gidenleri, ölenleri yaşatmak için. Mario Levi imzalı “Çünkü Fısıltılar Vardı” isimli novella; hikâyelere tutkun bir yazarın peşine düştüğü gizemin ardından sürüklüyor okuru. Yazarı yazmaya yönlendiren ise sadece kendisinin duyduğu çığlığı andıran fısıltı… Olaylar kimliği belirsiz bir hayaletin sesinden anlatılırken gerçeğin perdesi de adım adım aralanıyor. Fısıltılar hem hikâyenin hem de o hikâyeyi kaleme alan yazarın kaderini belirliyor. Okur, Beyoğlu ve Büyükada’da seslerle izlerin peşinden gidiyor. Şehrin hafızasında yerini alanların hüzünlü, kırık dökük hikâyelerine, geçmişin acı tatlı hatıralarına ortak oluyor. Mario Levi ile kitabını ve edebiyatı konuştuk.
■ Öykü; “Her hikâyenin bir kaderi vardı. Bir zamanı da…” diye başlıyor. Kitaplarınız, metinleriniz için de bu inancı taşır mısınız? Bir kaderi ve zamanı olduğuna?
İnanırım. Böyle bir duyguya kapılmama zemin hazırlayan çok tecrübe yaşadım. Bazı metinleri yazmaya ancak günü geldiğinde hazırlarsınız kendinizi. Yazma serüveninde kaleminizin ucuna gelenler için de öyledir. Yazdıklarınızın sizi başlangıçta hiç aklınızda olmayanları yazmaya çağırdığını da hissedebilirsiniz. Onlar hep içinizde bir yerlerde beklemiştir oysa. Sadece zamanları gelmiştir. Bir de hikâyelerin okurda nasıl yol aldığı da vardır. O bambaşka bir meseledir.
■ Hikâyede geçen mekânlar; Çiçek Pasajı, İtalyan Lisesi, Terra Santa Manastırı… Buralar sadece yakın tarih için değil, sizin kişisel tarihinizde de önemli bir yere sahip sanırım.
Elbette. Bu hikâyede dile getirdiğim başka mekânlar için de aynısını söyleyebiliriz. Ansiklopedik değil, yaşanmış bilgiler bunlar. İçselleştirilmiş bilgiler. Terra Santa Manastırı benim ilk İspanyolca derslerimi aldığım yerdir mesela. Orada ne anılar gizli, bir bilseniz. Çiçek Pasajı’nı ise uzun uzun konuşmaya gerek yok. İhtimalleri hayal etmeyi size bırakıyorum.
■ Fısıldayan hayaletin sesinden öğreniyoruz yazarın hayatının kayıplarla şekil aldığını… Sadece insanlar değil, ülkeler de kayıplarıyla şekil alıyor. Gidenlerle, gitmeye mecbur edilenlerle bir bakıyorsunuz içi boşalmış bir çuvala dönmüşüz… Renkler solmuş, sesler susmuş. Siz ne dersiniz?
Değerli tespitler bunlar. Çok konuşulmayı bekleyen tespitler. Burada asıl sorun nerede biliyor musunuz? Yaslarla yüzleşememekte. İç hesaplaşmaların üzerine yeterli cesaretle gitmemeyi seçmekte. Sonuç? Yaralı insanlar, ilişkiler… Bunun için yazmıyor muyuz zaten?
■ Yazarın sahaflık yapmaya karar vermesiyle novellanın gelip düğümlendiği mekân bir sahaf oluyor… Mirasçılara bir yük gibi görünen o kitapların terk edilişleri içimi sızlatır. Her bir kitap bir şeyler fısıldar sanki… Keza antikacılar da öyle. Oradaki ruh sizi de etkiler mi?
Etkilemez mi? O raflardaki her kitabın bir hayatı vardır. Hangi evlerden ve zamanlardan geçmişlerdir? Onlara hangi eller, nasıl dokunmuştur? Hangi duygularla? Kitapların bu sebeple derin bir sessizliğin içinde birbirlerine hikâyeler anlattıklarını hayal ederim. Bir sahaf ve bir gece… Kitaplar konuşmaya başlıyor… Fena hikâye sayılmaz, değil mi?
■ Hikâyedeki anlatıcının, “Rezillik edebiyata da bulaştı” diye bir sözü var. Bu eleştiriye yönlendiren ise şu saptama; “Bazı hassas meselelerden çok daha meşru meseleleri anlatmayı tercih ederler. Hatta bazı meseleleri tabiri caizse moda yaparlar. Çünkü şöhret çok insanı cezbeder” diyor. Siz de katılıyor musunuz buna?
Katılıyorum. Benim fikirlerim bunlar. Başka bir sohbette de söyledim. Edebiyat her zaman yeni ve umut verici seslere açık. Bunu öğrencilerimde görüyorum. Yayımlanmış kitapları var artık. Önemli ödüller de alıyorlar. Zaten almasalar da fark etmez. Mesele orada değil. Asıl mesele sıradanlığın, vasatlığın bizim buralara da bulaşmış olmasında. Üstelik bunlar edebiyat adı altında yapılıyor. Tabii onları yücelten okurlar da var. Sistem kurulmuş. Ne diyeyim? Gülümseyip geçiyorum. 81 milyonluk bu ülkede 10 binden çok has edebiyat okuru var mı? Haydi gelin bu soruya cevap verin.