“Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar; Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir!”
Tolstoy hikayelerine atfedilen bu sözün doğruluğunu, kendim de deneyimleyince anladım! Can dostumla binip de arabaya, şehirden- dertten- keşmekeşten, ruhumuzu kirletenlerden uzaklaşınca!
Velhasıl bizim ‘muhteşem hikayemiz’, çok da uzak olmayan bir diyara yolculukla başladı. O diyarın hikayesi de, bizimle karşılaşınca!
Vardığımız yer, ülkemizin 4.büyük şehri! Ne şehir ne köy olabilmiş, ikisi arasında sıkışmış sanki!
Türkiye’nin teknoloji başkenti olan bu şehir, Osmanlı İmparatorluğu’nun bize kutsal emaneti, Bursa!
Yazının girişine bakınca, uzaklar, denizaşırı diyarlar gelmiş olabilir aklınıza! Mesafesi yakın olsa da İstanbul’a, yarattığı his, yaşattığı duygu bambaşka, tabi ruhunuz buna hazırsa!
Bu duygularla geldik Bursa’ya, bir tatlı huzur da kalmadı artık ya Kalamış’ta, belki buluruz dedik o huzuru, yeşille mavinin eşsiz uyumunu!
Enteresan bir şehir Bursa! Ulaşımın her yere, 15 dakika ile bir saat arasında değiştiği bir şehir! 15 dakikada denize, yarım saatte dağa, 1 saate İstanbul’a gidebiliyorsun! Bir metropolde aradığın her şey var burada; Gür ormanlar, karlı dağlar, deniz kenarı kasabalar, tarihi binalar, dini mekanlar! Ne denize hasretsin ne güneşe, ne dağa uzaksın ne kara! Şehrin bitki örtüsü Suriyeliler ve Afganlar olsa da tarihin genzi yakan kesif kokusu duyular her yerde her sokakta!
Şöyle bir bakınca aklınıza Avrupa şehirlerinden biri gelir gibi oldu değil mi! Valla benim yazarken geldi! İnanılmaz bir turizm potansiyeline sahip Bursa, ne ararsan var çünkü burada!
Mudanya’da denize girebilir, su sporları yapabilir, bir sayfiye kasabasının tüm keyfini yaşayabilirsiniz mesela! Bursa’nın en lüks yeri olan Nilüfer’de müzelere, sanat galerilerine, kütüphanelere gidebilir, alışveriş merkezlerini gezebilir, modern cumhuriyet tarihine tanıklık edebilirsiniz. Osmangazi ilçesinde adından anlaşılacağı üzere Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentine tarihi bir yolculuk yapabilir, gastronominin dibine vurabilir, termal havuzlarda şifa bulabilirsiniz. Biraz yukarılara çıkıp Kirazlı’da teleferiğe binebilir, bulutların üzerindeymiş hissi veren manzarasında kaybolabilir, Uludağ’da kayak yapabilirsiniz. Ben en çok Koza Han’a bayıldım, o tarihi ve samimi avlusunda közde pişmiş kahvemi içerken kendimi hayattan soyutladım. İpek Han ve Kapalıçarşı’da ise kalbimi bıraktım. Bursa işi havlular, çeyizlikler ve ipekler arasında aklımı oynattım, ekonomiye can verdim belki evet ama mali açıdan da birazcık da yıprandım.
Şehzadeler şehriymiş Bursa, ileride padişah olacak şehzadeler önce buraya gönderilirmiş. İşte bu şehzadeler şehrinin ruhani bir havası da var. Birçok dini öğeyi barındırıyor içinde ama Ulucami’nin yeri başka bende! 1396-1400 yılları arasında Sultan Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan Ulucami’ye Hızır Aleyhisselam’ın, her gün 1 defa gelip kıble duvarındaki Vav harfi önünde Namaz kıldığı rivayet ediliyor. Bu rivayetten dolayı olsa gerek Hızır’la beraber namaz kılmak umuduyla, Vav’ın önünde namaz kılanlar hiç eksik olmuyormuş. Ben de gereğini yaptım, Hızır ile denk gelirim belki diye umudumu dualara sığdırdım!
Dönüşe geçip de dikiz aynasından bakınca ardıma, anladım ki bir yanım yeşil, bir yanım Bursa!
Bu şehir daha anlamlı gelirmiş, yüreği dünden ıslak kalanlara!
Benden söylemesi, gerisi siz de valla!
………………………………………*……………………………………………….
Terbiyeli Kaplumbağalar
Ulucami’nin ve içindeki 16 çeşmeli şadırvanın ziyadesiyle etkisinde kalmış olabilirim ama Türk resim sanatına damgasını vurmuş Yeşil Cami’den bahsetmeyeceğimi düşünmediniz herhalde!
Unesco Dünya Mirası listesinde yer alan, Evliya Çelebi’nin ‘Seyahatnamesi’nde; “Güzelliği ve hoşluğu bakımından yeryüzünde böyle bir insan işi yapılmamıştır” diyerek övgüyle bahsettiği Yeşil Cami adını bezendiği yeşil renkli çinilerden alıyor.
Osman Hamdi Bey’in ünlü eseri, “Kaplumbağa Terbiyecisi”, özündeki pek çok soru işareti ve tüm ihtişamıyla Türk resim sanatının mihenk taşlarından biri! Peki bu tablodaki kırmızı kaftan giymiş sakallı adamın önünde durup kaplumbağaları seyrettiği pencerenin, Bursa Yeşil Camii içindeki hünkâr mahfilinde bulunduğunu duymuş muydunuz?
Tabloda beli sıkı bir kemerle bağlanmış kırmızı uzun bir giysi giyen sakallı bir adam, mavi çinilerle kaplı eşyasız ve bakımsız bir odada, izleyiciye arkası yarı dönük biçimde dikiliyor. Ayaklarının dibinde, yerdeki yaprakları yemekte olan kaplumbağalar var. Yeşil Cami’nin üst katındaki odanın duvarlarındaki sıvalar ve çiniler yer yer dökülmüş. Işık gelen tek yer ise adamın önündeki alçak pencere!
Bursa’nın farklı yerlerinde resim yapan Osman Hamdi Bey, Yeşil Cami’yi tablolarında 5 kez kullanmış. Türk tarihinin en değerli tablosu kabul edilen, hiç görmeyen- bilmeyenin bile tabloya biçilen bol sıfırlı fiyatıyla aklında yer eden ‘Kaplumbağa Terbiyecisi’ de, işte bu 5’ten biri!
Bursa’ya gelip Yeşil Cami’yi görmemek, Yeşil Cami’ye gelip de bu ünlü tablonun hikayesini, camide erbabından dinlememek olmazdı tabi! İlk merak ettiğim, kaplumbağa terbiye eden bir meslek olup olmadığıydı. Osman Hamdi Bey’in ressam, müze müdürü ardından Güzel Sanatlar Akademisi müdürü hatta arkeolog olduğunu düşünülürse kaplumbağaları terbiye eden biri de olabilirdi elbette! Camideki mistik ve büyülü havanın etkisiyle başka bir gözle baktım resme; Yorgun ve hüzünlü çehresiyle ve kırmızı kaftanlı derviş kıyafetiyle kamburu çıkmış bir adam, ayaklarının dibindeki kaplumbağalara bakıyor. Sırtında yer alan nakkare denen küçük davulu ve mızrabıyla, elinde bulunan ney ile kaplumbağaları terbiye etmeye çalışıyor. Resimdeki terbiyecinin Osman Hamdi Bey’in kendisi olduğu rivayet ediliyor. Terbiyecinin zorlu işi elindeki müzik aletleriyle halletmeye çalışması, Osman Hamdi Bey’in de değişime direnen bir toplumu sanat yoluyla çağdaş seviyeye getirmeye çalıştığını hatta bu yüzden de sanat okulu ve müze açma girişiminde bulunduğunu gösteriyor. İşini zorbalıkla değil de sanat üzerinden yapma gayretinde! Ancak kaplumbağalar direniyor ve onu yormuş gözüküyor. Hayatını, içinde bulunduğu toplumu geliştirmek için adayan ünlü ressam, toplumun değişimlere karşı direncini, gelişmenin ne kadar yavaş yürüdüğünü, bunun da kendisini ne kadar üzdüğünü gösteren bir serzeniş Kaplumbağa Terbiyecisi tablosu!
Tablo Aralık 2004’te açık arttırmaya çıkarıldı. Pera Müzesi ile İstanbul Modern’in kıran kırana rekabeti ile geçen açık artırma sonucunda Pera Müzesi resmi, Türk resim sanatında bir esere verilen en yüksek fiyat olan bugünkü 5 milyon TL karşılığında satın aldı. Tablo halen Pera Müzesi’nde sergileniyor. Ülke, tabloyu işte en çok bu özelliği ile tanıyor!
Yani zenginin parası- aynı zamanda yeteneği, züğürdün çenesini yoruyor!
……………………………….*…………………………
Kestaneyi Çizdirmek
Bu hafta baştan aşağı Bursa oldu yazım ama anlatacak da çok şey var ne yapayım!
Bursa deyince kestane şekeri gelir akla, oturup yemişken kutu kutu, şimdi bunu nasıl yazmayayım!
Kestane Şekeri, kestane meyvesinin kabuklarının soyulması ve şurup içinde pişirilerek şekerlendirilmesi ile elde ediliyormuş. Bursa’da 1900’lü yılların başından itibaren meşhur Şekerciler Çarşısında kestane şekeri üretilmeye başlanmış, hala da kestane şekerinin merkezi burasıymış.
Şekerini de seviyorum elbet ama meyvesinin yeri bir başka ya!
Tüm meyveler neredeyse yılın tüm zamanı bulunurken kestanenin yılın sadece birkaç ayı çıkması haksızlık! Hem tek haksızlık da bu değil; Bu kadar lezzetli, keyifli olmasına rağmen hiçbir lokantada, restoranda ya da kafede satılmayan şey kestane! Ya seyyar satıcıdan alacaksın ya evde yapacaksın! Aralık’larda, Ocak’larda, kışın en soğuğunda Nişantaşı, Beyoğlu, Taksim sokaklarında küçük arabaların tezgahlarından yükselir kokusu buram buram. Bir kesekağıdı sıcaklık, bir anda palto, atkı, eldiven oluverir. Sadece elinizi değil, içinizi ısıtır kestane!
E tabi bir de kestaneyi çizdirme mevzusu var, onu da anmadan olmaz. Daha önce bilmiyordum da hikayesi varmış meğer bunun;
“Hikaye, Galata’da geçiyor! Muhabbet tellalları, o zamanın meyhaneleri, batakhaneleri, kabadayıları ile bilinen bu semti mesken tutmuş. Her türlü bela, burada döner dururmuş. Günün birinde Varnalı Tahsin diye bir zaptiye ağası çıkmış; “Ben bunları adam ederim” deyip kolları sıvamış. Önce genelevleri ekstra vergiye bağlamış. Ardından buraya gelip gitmek zorlaşsın diye kayıkçı esnafına “gece vergisi” koydurmuş. Hakikaten de bu semte gelen giden azalmaya başlamış. Buna kızan muhabbet tellalları da boş durur mu, hemen karar almışlar; Ev işleten kim varsa anlaşmışlar ve evleri de çalışan kadınları da kapatmışlar. Yani bildiğimiz grev!
“Öyle kapatalım ki İstanbul’un adamları, kadınsızlıktan kırılsın” demişler!
Karar uygulanmış, ortalık karışmış! Sarkıntılıklar, tecavüzler, kadın kaçırmalar başlamış!
Durum fena! Bu, padişah’ın da kulağına gitmiş ve konuyu devrin içişleri bakanı olan Zaptiye Nazırı Zakir Paşa’ya havale etmiş!
Zakir Paşa meseleyi çözecek lakin “grev” sözcüğünün ne manaya geldiğini bilmiyor ve kendi aklınca bunu isyan sanarak köpürüyor. Zaptiyelerle birlikte Galata’ya gidiyor, kıyamet kopuyor. Esnaf, siviller, zaptiyeler herkes birbirine giriyor. Evlerde, dükkanlarda cam, çerçeve kalmıyor.
Zakir Paşa, bu adamların elebaşları ile görüşmeye karar veriyor. Biraz nasihat biraz gözdağı ile onları durdurabileceğini düşünüyor. Aldığı istihbaratla elebaşların, filancanın bostanında âlem yaptıklarını öğreniyor. Güya gidip onları iş üzerinde basacak.
Birkaç saat sonra tek başına, perişan halde daireye dönüyor. Yaka bir yanda, boyunbağı bir yanda. Fesi kaymış, üst baş toprak içinde. Yürümekte zorluk çekerek, bacaklarını ayıra ayıra makamına zor çıkıyor.
“Aman paşam n’oldu ?” diye başına üşüşüyorlar tabi. Paşa bir hışımla başlıyor emretmeye;
“Varnacı Tahsin tevkif edilsin! Kayıkçı vergisi kaldırılsın! Bana bir de cerrah bulunsun!”
Sonra da başlamış anlatmaya, daha doğrusu uydurmaya;
“Benim Makriköy’de kestaneliğim vardı, oraya gitmiştim. Dönüşte araba kazası geçirdim!”
Makriköy dediği bugünün İstanbul’un Bakırköy’ü. Kestanelik baba yadigârı!
Kimse inanmamış tabi kendisine! Kestaneyi çizdirdiği besbelliymiş. O günden sonra da ona; “Kestaneli Zakir Paşa” denmiş.!
Meyvesi, şekeri, tatlısı, kebabı hatta dondurması bile güzel kestanenin!
Ah Bursa! Ne kadar şanslı olduğundan haberin var mı senin!
………………………………………*…………………………………..
HAFTANIN EN’LERİ
Haftanın Doğal Afeti: Neyseki bizden uzakta gerçekleşti! Meksika’da Popocatepetl Yanardağı’ı, uzun zaman sonra faaliyete geçti! Yanardağın, 77 kez kül püskürtmesi üzerine bazı uçuşlar iptal edildi, “ikinci seviye” alarm verildi! Selimiz- yangınımız, depremimiz- heyelanımız var, çok şükür yanardağımız yok! Bu bünye, bir de bunu kaldıramazdı, diyeyim size!
Haftanın Gizemi: Dünya basının en sevdiği yerde, İngiliz Kraliyet Ailesinde! İngiltere Kralı Charles ve Galler Prensesi Kate, son dönemde yaşadıkları sağlık sorunlarıyla gündeme gelirken Prens William’ın katılacağı bir etkinliği son anda iptal etmesi, akıllara soru işaretleri getiriyor! Kral Charles’ın ne kanserine yakalandığı açıklanmazken, Prenses Kate’in de geçirdiği karın ameliyatı sonrası birtakım komplikasyonlarla uğraştığı ilerisürülmüştü! Tam da bu sırada, Prens William’ın katılacağı etkinliği son dakikada ‘kişisel sebepleri’ dolayısıyla iptal etmesi, bunların üstüne tuz- biber ekti! Diana’nın laneti mi, Megan’ın nefreti mi, Harry’nin öfkesi mi- Bakalım kahramanlarımızın yüzü, en nihayet gülecek mi?
Haftanın Değişikliği: SHOW TV’nin reyting rekortmeni dizisi ‘Kızılcık Şerbeti’nin kadrosuna, ‘Abdullah Ünal’ karakterine hayat veren Settar Tanrıöğen’ün geçirdiği rahatsızlık sebebiyle diziye devam edememesi sebebiyle usta oyuncu Ahmet Mümtaz Taylan dâhil oldu. Abdullah- Alev aşkına alışamamışken bu oyuncu değişikliği beynimizi yakar mı ki? Bir de odaya Corona Virüs sebebiyle karantinaya giren Abdullah Bey’in, odadan başka kişi olarak çıkması da biraz tuhaf olacak sanki! Mutasyona uğran bu sefer virüs değil, hastanın ta kendisi!
Haftanın Tespiti: Bir tarihle ilgili! Normalde nikah günü bulmakta zorlanılırken İstanbul’un 12 ilçesinin nikah salonu, 29 Şubat nedeniyle boş kaldı, o gün nikah kıyılmadı! Her 4 senede 1 kez denk gelen, artık yıl olarak anılan 29 Şubat gününe ilgi olmadı! Ah beyler ya, bence yanlış yaptınız; 29 şubatta evlenseydiniz, yıldönümünüzü 4 yılda bir kutlayacaktınız, hediye derdinden de kurtulacaktınız! Ne diyeyim, fırsatı kaçırdınız!
Haftanın Şoku: Biraz siyasal biraz magazinsel! Sosyal medyada hızla yayılan ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a ait olduğu iddia edilen dans videoları kısa sürede gündem oldu! Macron’a ait olduğu öne sürülen farklı kıyafet ve saç stilleri ile dans eden adamın, gerçekten o mu yoksa yapay zeka ile oluşturulduğu mu konusu henüz belirsizliğini korurken yapay zeka yasasının önemi ve gerekliliği, bir kez daha ortaya konmuş oldu! Eskiden istenmeyen resimlere- videolara ‘montaj’ denirdi şimdi ise yapay zeka, montaj meselesini tahttan indirdi! Bu nesil acaba daha neler görecekti?